Ortaokulda yaz tatillerinde okuduğum ansiklopediler, insanın, ne kadar büyük bir dünyada, devasa insanlık serüveninin ne kadar küçük bir parçası olduğunu öğretmişti. O zamandan beri tarihi severim; herhangi bir disiplinin tarihine dair bir farkındalık olmadan o disiplinin adamakıllı anlaşılmasını mümkün görmem. “Sıradan iş yaşamı temelinde bir insanlık incelemesi” ( Alfred Marshall) olan iktisat da bunun istisnası değil.
Yarın, emareleri ile bugünde saklıdır. Bugünde yoğun bir şekilde dün de vardır, zira hiçbir şey hiçbir zaman kaybolmaz. Tatili fırsat bilip okuduğum John Kenneth Galbraith’in 1987 tarihli İktisat Tarihi (“Economics in Perspective”) isimli çalışması, -çoğun bildiğim konuları içerse de- birkaç noktada ilginç pencereler açtı. Zira, Galbraith’in dediği gibi “her şey kaskatı, faydacı bir ölçü çubuğuyla ölçülmüyor.”

Kapitalizm evvelindeki iktisadi düşünceleri inceleyen ilk iki bölümden, köle emeğin kullanıldığı ilk çağların tarımsal ekonomilerinden iktisat adına kuramların çıkmamasının doğal olduğu vurgulanıyor. Zira ücret dinamiği ve sermayenin kirası (faiz) olmadan fiyat kuramının oluşması mümkün olmuyor.
“Antik Yunan” denilen dünyayı bilmeyenler için Aristoteles’den alıntılanan iktisadi fikirler şoke edici olabilir: “Alt türler doğuştan köledir ve onlar için iyi olan bir efendinin hakimiyetinde olmaktır… Gerçekten de kölelerden yararlanmak evcil hayvanlardan yararlanmaktan pek farklı değildir” (Politika, s.10). Faize gelince, aynı dönemde tefeciliğin “en nefret edilen para kazanma yolu” olduğunu da Aristoteles’ten öğreniyoruz (a.g.e. s20). Yazar, Ortaçağ boyunca da ağır şekilde kınanan faizin ancak “verimli sermaye için bir ödenti olarak yeniden tanımlandığında – yani borç alarak para kazanan kişinin karının bir bölümünü asıl para sahibiyle paylaştığı zaman – kıymete bindiğini” vurguluyor. Yahudi peygamberlerinin zuhurunun genelde iktisadi bozgunlar sonrası tefeciler elinden inleyen toplum kesimlerinin (küçük çiftçiler) genişlediği dönemlerle kesiştiğini (Albertz, History of Israelite Religion, I, s159), gerek Hristiyanlığın gerekse İslam’ın ilk dönemlerindeki iktisadi yapının da bundan pek farklı olmadığını bilenlerimiz için dinlerin faize bakışı şaşırtıcı olmasa gerek.
Rönesans döneminde ticaretin gelişmesiyle ve sonrasında Protestanlığın yayılması ile Avrupa’da faize bakış kısmen de olsa değişirken, “dürüst fiyat” düsturu ile fiyat kuramı Thomas Aquinas eliyle katolik kilisesi nezdinde bile önem kazanmaya başlaması, iktisadi düşüncenin ilerlemesine bir örnek teşkil ediyor. Galbratih’in Aquinas’a ayırdığı yer ve verdiği bilgiler benim için (bu konu bağlamında ilk kez karşılaştım) ilginçti. Konuyu merak edenler için Aquinas’ı daha detaylı okumak gerekli.
Bazen bir cümle bir “chapter” dan daha etkili ve yeterli olabilir. Kitabın fizyokratlara ayrılan “Fransız Tasarısı” başlıklı bölümde yer alan Alexander Gray’e ait cümle, fizyokratların iktisat görüşünü “crystal clear” ifade ediyor: ” Ayakkabıcıların sayısını artırmak için önce inek derilerinin sayısını artırmak gerekir.”
Aynı bölümde François Quesnay’in “Tableau Economique” çalışması ve sonradan 1930’larda Harvard’dan Leontief’in Nobel alan “Sanayilerarası Çözümleme” çalışması, okuyucu mühendis olunca oldukça ilginç gözüktü. Endüstri mühendislerine lisans öğreniminde verilen iktisada giriş derslerinde bu iki konuya etraflıca yer verilmesi gerektiğini düşündüm.
Smith’e ayrılan 6.Bölüm’de, fiyat ve kazanç bölüşümü sorunlarına Smith’in önerdiği çözümlerin uzun vadede tatmin edici olmadığını vurgulayan Galbraith, bir malın nihai değerinin mübadele edilebileceği emek miktarıyla ölçmesi Smith’i, (bence de isabetli olarak) Ricardo’nun öncülü olarak konumlandırıyor. Smith’ten alıntıladığı şu paragraf, günümüzde tartıştığımız pek çok konu için (işsizlik, istihdam) önemli bir tespit: “Zenginlik, bir ulusun emeğini işleyen beceri, yetenek ve ferasetle, ikincil olarak, yararlı bir işte çalışanlarla öyle bir işte istihdam edilemeyenlerin sayısı arasındaki oran uyarınca artar.” Kamuda çalışanların katma değerli hizmet ve sanayi sektörlerinde istihdam edilenlere oranı, günümüzde de bir ülkenin zenginleşmesinin öncül göstergelerinden biri olarak dikkat çekiyor. Türkiye’deki güncel makrokonomik durumu ve geleceğe yönelik projeksiyonları, son yıllarda bu iki kesimin istihdam rakamlarına bakarak da düşünmekte fayda olabilir mi?
Galbraith’in Smith’ten yaptığı diğer bir alıntı, ekonomide devlet müdahalesi, Çin’deki güncel regülasyon dinamikleri üzerinde düşünmek için münbit bir temel oluşturuyor: “İspanya ve Portekiz’in tüm kanlı yasaları altın ve gümüşlerini içerde tutmaya yetmeyecektir.” (s72)
Kapitalizm’in kuvvetli bir sesi olan David Ricardo’nun, karı, emeğin yarattığı değerin artığı olarak tanımlaması (s86), Marx’ın teorisinin temel dayanaklarını oluşturması dolayımında dikkat çekici. Bunun da ötesinde, Ricardo’nun emek pazar fiyatının “bir sermaye ve teknoloji enjeksiyonunun sonucunda yukarı doğru etkisinin sınırsız bir şekilde sürebileceği” tespiti ile, evvela sanayi devrimi ardından dijital devrim etkisi ile tüm dünyada emek fiyatının yukarı çekilmesini önceden görebilmiş olması etkileyici.
Büyük Klasik Gelenek’in ele alındığı sekizinci bölümde yazarın şu tespiti bana Bitcoin ve diğer kripto paralarla ilgili tartışmaları anımsattı: “İktisata ilişkin asla öğrenilemeyen bazı dersler vardır. Birisi, para ve daha genel olarak mali alana ilişkin konulardaki yeniliklerden derin bir kuşku duyma gereksinimidir. Düşünce, büyük toplumsal sorunların acısız çözümü için kesinlikle henüz keşfedilmemiş bazı yollar olması gerektiğini savunur, oysa ki, yalın gerçeklikte böyle bir yol yoktur.”
“Büyük Saldırı” adlı 11. bölümde Marx’ın kapitalist kuramlara meydan okumasını inceleyen yazar, Marx’ın Köln’deki gazetede ( Rheinische Zeitung) Rus Çarı’nı eleştirmesi nedeniyle kovulup Almanya’dan ayrıldığını, Paris’te de benzer neşriyat çalışmaları nedeniyle, Prusya Polisi’nin fransız makamlarına şikayeti üzerine barınamayan Marx’ın İngiltere’ye gittiğini, aslında ABD’ye göçmek istediğini ancak bilet parasını çıkaramadığını paylaşıyor. Belki de tarihin akışını değiştirecek anlardan biridir bu. 31 yaşındaki Marx İngiltere’de Friedrich Engels tarafından himaye edilecek, British Museum’un kütüphanesinde Kapital’i hazırlayacak ve kapitalizmin kalesinde – Londra’da- antitezini (Komünist Manifesto) ilan edecekti. Marx’a göre, “her çağın hakim fikirleri her zaman hakim sınıfın fikirleri olmuştur”. Marx’ın kuramını son derece özet geçen Galbraith, “Marx’a verilen olağanüstü bir yanıt” olarak, geç dönemde refah devletinin gelişimini, çocuk işçiliğinin kaldırılmasını ve kapitalist krize yönelik Keynes’çi saldırı”yı işaret ediyor. Bu yanıtların her birinin “zamanla ve bir ölçüde Marksist olmakla” kınandığını da hatırlatıyor. Daha ileride (s269) sosyalizmin, “kapitalizmin başarısız çocuğu” olarak tanımlandığını da not etmek gerek.
“Paranın Bireysel Karakteri” adlı 12. Bölüm’de, şimdiye dek detayına vakıf olmadığım bir konuya, Amerikan kolonilerinde kağıt para basımına değiniyor, ardından konuyu Fischer teoremine bağlıyor. David Rich Dewey’den yapılan alıntı, iktisadi çıkarların toplumsal tercihlerde ne derece önemli olduğunun güzel bir göstergesi: “özellikle Doğu’daki büyük kentlerde, nüfusun İngiltere’ye karşı isyana kayıtsız duran esaslı bir kesimi olduğunu ve bunun muhalefetsizlikten değil, bağımsızlığın aşırı kağıt para basımıyla ticari işlerine yansıtacağı düzensizliklere ilişkin bir korkudan kaynaklanmaktadır” (s139)
Pazar ekonomisi saf haliyle uygulanabilen bir mefhum mudur? 1929 bunalımının hikayesini anlatan sonraki bölümün, “klasik pazar sisteminin en saf haliyle ortaya çıktığı herhangi bir yerde hoş görülmemesi modern iktisat tarihindeki büyük gerçektir” ifadesiyle sonlanması manidardır.
17. Bölüm’ü başlığıyla birlikte John Maynard Keynes’e ayıran Galbraith, eğitiminin ardından kamuda, Hindistan’daki görevinde çalışan Keynes’in, Profesör Pigou’nun “kişisel olarak sağladığı bursla” Cambrdige Üniversitesi’ne döndüğünü paylaşıyor. Bu bilgi bana, her yeteneğin yeşermesi ve meyve verebilmesinin uygun toprağa (desteğe ve takdire) gereksinim duyduğunu bir kez daha anımsattı.
Kitapta özellikle altını çizdiğim bir bölüm (Bölüm 19, s241) iktisadi tahminlerin “doğal olarak” güvenilmezliği üzerine. Galbraith’e göre, tahminlerin başarısızlığının iki nedeni vardır: (1) Tahminler insan yargılarına dayanır. “Yargılar yanlış çıkabilir, ilişkiler değişebilir. Üstelik, değişimi başlatan güçlerin çoğu tahmin edilemez” (2) İş yönetenler, “her gün gelecek konusunda bir kestirim gerektiren kararlar vermek zorundadır”. Tahminler, “kararları olasılık sınırları içerisinde tutar” ve “gelecek konusunda ciddi, hatta tehlikeli kararlar almak zorunda olan kişinin sorumluluğunu üzerinden alır”.
Monetarizmin hakim olduğu 1980’lerde ABD’de işçi sendikalarının ücret artışından vazgeçmekle kalmadığını, kazanç indirimine de zorlandığını paylaşan Galbraith’in, güçlü bir işçi sendikası eyleminin işverenin güçlü bir konumda olmasını gerektirdiğini vurgulamasını da ilginç buldum. Çoğun ancak bunalım devirlerinde fark edilse de, işverenin ve işçinin çıkarları, temele inildiğinde ortaktır. Olmayan pastanın pay edilmesi de söz konusu olmaz.
Sonraki bölümde modern şirketin dinamiklerine ve iktisadi etkilerine eğilen yazar, büyük modern şirketin “kumanda yerine tartışma” temelinde yönetilebildiğine dikkat çekiyor. Zira emek-sermaye ilişkisi başkalaşım geçirmiştir. Modern örgütte “yüksek uzmanlık düzeyine ulaşmış işçilerin ve personelin çalıştırılması ve bunun hiyerarşisi, marjinal emek maliyetinin ve onun getirisinin kolayca hesaplanmasına izin vermez”.
Kitabın “eksiklerine” gelince, geçen asrın iktisat düşüncesinde en büyük isyanı temsil eden marksizme ve ardından sosyalizme elle tutulur yer ayırmamasını, özellikle (1987 tarihli bir kitapta) sosyalizmin doğu bloğundaki uygulamalarına hiç değinmemesini mühim bir eksiklik/kusur olarak görüyorum. ayrıca kitapta ele alınan iktisadi fikir ve pratiklerin, yeşerdiği sosyal/siyasal arka planının bir miktar daha detaylı verilmesinin özellikle konuya yabancı okuyucular için pek faydalı olacağını düşündüm.
Galbraith’in, Muscovy (1555), Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (1602) ve İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’ne (1600) özelinde büyük modern şirketin doğuşuna bir paragraftan ibaret yer ayırmasını (s47) da garipsedim. Zira bu şirketler, ticaretin hızla genişlemesini sağlamanın yanı sıra risk sermayesi, kurumsal yönetim ve örgütlenme anlamında da çığır açıcı katkılar yaptılar, gerek Avrupa’da gerekse sömürgelerde, ekonomik ve siyasal sistemlerin şekillenmesindeki rolleri azımsanamayacak derecede büyük oldu. Kitapta, son iki asrın etkili oyuncuları olan büyük petrol şirketlerinden hiç bahis olmaması da bir o kadar şaşırtıcıdır.
Galbraith, iktisadın geleceğine ilişkin, mikro ekonomi ve makro ekonomi arasındaki “Keynes’in mirası olan” ayrımın giderek bulanıklaşacağını öngörüyor. Eserin sonunda, iktisadın giderek büyük firmanın iş ve dış dinamikleriyle uğraşacağı öngörüsünün gerçekleştiğini de not etmem gerekli.
Modern kapitalizmin en büyük hatasının “makul fiyatta yeteri kadar konutun tedarik edilememesi” olduğunu düşünen yazar, sadece konut fiyatının gelecekte “temel bir tüketici kaygısı ve endişesi” olmaya devam edeceğini öngörüyor. Covid ertesinde tüm dünyada konut fiyatlarının daha da artması, bu endişenin gelecek on yıllarda da canlı kalmaya devam edeceğini düşündürüyor.
İktisat gibi sosyal disiplinlerin tarihini yazmak, ister istemez “artık yeni olan pek az şey söyleyen ancak daha önce inanılanları daha iyi söyleyen” kalemlerin işi olmalı. Bu kalemlerden biri olan Galbratih’in kitabı, iktisada belli bir bakışı yansıtan ve hacmi dolayımında pek çok konuya ister istemez sadece değinmekle yetinen, belirli bağlantıları hatırlatarak okuyucuyu daha ileri okumalara yönelten, şüphesiz faydalı bir özet geçidi temsil ediyor.